Enstrümanların Kralı: Kilise Orgu


Bu yazımın, müzik sanatı ile uğraşma cesaretini göstermiş herkese ulaşması, ulaştırılması dileğiyle...



Enstrümanların Kralı: Kilise Orgu

Neden Mozart böyle dedi ki? Kilise orgunu enstrümanların kralı olarak gördü, neden? İyi bestecilerin okul ve eğitim geçmişine baktığımızda karşımıza genel olarak kilise orgu neden çıkar ki? Mendelssohn “bir bestecinin hatalarını düzeltebilecek yegane enstrüman...” derken neden orgu kastetti de piyanoyu ya da klavseni, ya da bir kemanı, flütü işin içine koymadı? Chopin de konservatuvar zamanlarında kilisede org çalardı, ama onun dünyevi romantizmine karşı org fazla uhrevi idi her neyse… Beethoven da org çalardı, ama kendi çağındaki orgların yerine o daha çok iş o derecelere vardığında orkestra yazısını sevdi… Liszt de org çalardı, hatta İstanbul ziyaretinde Sarıyer Yeniköy’de bir kilisede ayin için orgu çaldığı rivayet edilir, ama yine işte dünyevi romantizm momantizm aşk maşk… Piyanoya devam etti… Mozart da çalardı ve çok severdi, çünkü onun uhrevi güzellikteki müziğine çok uygundu bu enstrüman… Brahms da çalardı… O da çalardı, bu da çalardı… Yani iyi bestecilerin hayatlarında orgun bir süre yer aldığını gözlemliyoruz. Peki orgu bu kadar özel yapan nedir? Bazen filmlerde ya da konser videolarında dehşetvari sesi ile duyduğumuz ve büyüklüğüyle gözlerimize sokulan bu org aslında nedir? Bu konuya gelmeden önce kısaca ses nasıl işler doğada ve nasıl duyarız ondan bir bahsedelim.

Doğadaki Karışık Fenomen: Ses

Kulağımıza gelen titreşimler… Kimisi düzenli kimisi düzensiz… Kimisi müzikal ses kimisi gürültü…

Bilimsel bilgilere göre, düzenli titreşimlere sahip sesler kulağa tatminkar gelir. Saniyede düzenli olarak 440 kere titreyen bir telin (terminolojide 440 Hertz -Hz- frekans olarak bahsedilir) oluşturduğu ses dalgaları kulağımızda “günümüzün” la sesi gibi tınlar. Ama düzensiz bir şekilde titreyen bir maddenin oluşturduğu bir ses dalgası kulağımıza tatminsiz gelir, karıncalı ekran sesi gibi. Düzenli bir sesin titreşimi arttıkça ses ince duyulur, titreşim azaldıkça ses kalın duyulur. İnsan kulağı 20 ile 20.000 titreşim arasını duyabilir. Piyanonun en kalın teli olan la tuşu “günümüzde” 27.5 Hz frekanstadır.

Ancak bir enstrümanı enstrüman yapan bir fark vardır. Dijital bir ortamda, oscillator generator gibi, 440 Hz bir ses yaratıp dinlerseniz çok düz, kuru ve karaktersiz tınlar. Ama bir kemanda la telini titreştirirseniz, ya da piyanoda la4 tuşuna basarsanız, daha dolu ve karakterli bir ses duyarsınız. Fark doğanın güzelliğinde yatıyor. Titreşen bir tel, titreştirildiği yere de bağlı olarak, ana frekansa ek olarak onun katlarının da tınladığı bir yapı oluşturur. Yani, 440 Hz bir tel tınladığında, ek olarak ve baya kısık bir şekilde 880 Hz, 1320 Hz, 1760 Hz sesleri de tınlatır ve gerçekten çok eğitimli kulaklar ya da kaliteli mikrofonlar tarafından duyulabilir, analiz edilebilir. Bu üst frekanslarda doğanın izni ile var olan seslere doğuşkan ya da armonik deriz. Armonik terimi İngilizcede “uyum” anlamına gelen Harmony kelimesinden gelir. Daha fazla kökenine girmeye gerek yok. Her ne kadar “uyum” desek de belirli bir frekanstan sonra pek de uyumlu olmayan sesler de çıkar, ama 17. ve 18. yy’a ait kaynakları yazan kişiler bizim bugün yapabildiğimiz gibi bir analiz yapamıyorlardı.

Konservatuvar ya da güzel sanatlarda piyano bölümünde okuyan dostlarıma belki hocaları bir kaç senaryo ile göstermişlerdir bu seslerin varlığını. Öncelikle şunu kabul edelim, armonik sesleri duymak ortalama kulaklar için pek mümkün olmayabilir, doğanın kanunları kadar beynin ve algıların da kanunları var. Beyin yüksek sinyal aldığı fenomene odaklanır. “Ben la4’e basınca sadece la4 duyuyorum nerede benim hayalet la5’im?” diyebilirsiniz ve bu durum ortada bir yanlışlık var anlamına gelmez. Bu fenomenin varlığını anlamanın en makbul senaryosu şu şekildedir:

Armoniklerin doğrudan duyurulamayacağını ya da dinleyen tarafından duyulamayacağını ama yine de varlıklarının ispatlanabileceğini biliyoruz. Piyano bunun için gayet uygun bir enstrüman. Kalın bir tuşa basmadan önce onun üst oktavı olan tuşu yumuşacık içeri sokarak susturucu keçesini açarız. Yani do1 tuşuna sertçe basılacaksa do2 tuşunun susturucusunu açmış oluruz. Sonra do1’e güzelce dokunuruz ve bırakırız. Sonuç doğanın gizemini ve güzelliğini açığa vurur, do2 kendi kendine rezonansa girmiştir. Aynı sonuç sol2 ve do3 hatta mi4 seslerinde de alınabilir. Çünkü bu sesler do1’in armonik sesleridir ve onunla ses dalgası olarak tam uyumda olduğu için rezonansa girerler. Basit dijital piyanolarda bu etkiyi alamazsınız maalesef, e bu etki olmadan da piyano öğrenemezsiniz gibi bir kaide olmadığından bu durum sizleri dijital piyanodan soğutmasın :D

Aynı olgu yaylı ve telli çalgılarda da olup, mesela keman ya da gitar, hatta enstrüman yapılırken geometrisi titreyen telden çıkacak 7. armonik sesi çıkarmamak üzere şekillenir, çünkü bu ses fazla ince ve ana frekansla kulağa tatminkar gelmeyen bir sestir. Titreyen bir keman telini çok yavaş çekim izlerseniz garip bir düzende titrediğini görürsünüz, aynı durum titreyen bir piyano teli için de aynıdır.

Sonuç olarak, ses tek bir frekans halinde değil de yanında başka sesçiklerle gelir ve bu ana frekansa karakter katar. Piyano, keman gibi enstrümanları çalarken zihnimiz ana sese yoğunlaşır ve armonik fenomenini bilmeden de ortaya güzel bir icra çıkarırız. Peki kilise orgunu bu noktada diğer enstrümanlardan ne ayırır? Niye baya özetle de olsa bu detayları yazmak zorundaydık? Bu konuya da gelmeden önce org enstrümanının yapısını genel olarak incelememiz gerek.

Kilise Orgu Nasıl Bir Enstrümandır?

Önce enstrümanın adı ile başlayalım. Okuduğumuz kadarıyla adının Yunanca’da “organum” kelimesinden geldiğini görüyoruz. Organum kelimesi de basitçe, alet demek aslında. Yani bir kargaburun da organumdur. Müzik işine yarayan bu alet de bir organum sonuçta. İngilizce’ye “Pipe Organ” ya da “Church Organ” olarak Fransızca’ya “Orgue” olarak geçmiş. Türkçe’deki kullanımına en yakın hali Fransızca versiyonu gibi tınlıyor, “org”. Genelde de kiliselerde gördüğümüz için kilise orgu demişiz. Ama biz küçük dijital klavyelere de org diyoruz. Hatta ben bir iki düğünde org çaldığımı söyleyince karşıdaki kişi kasap havası çaldığımı falan düşünüyor, neyse. Şimdi bizim organumun yapısına bakalım.

En genel çerçeve ile, kilise orgları, basınçlı bir havayı bir klavye tuşu aracılığı ile bir borunun altına getirip üfletecek ve dolayısı ile ses çıkartacak şekilde çalışır. Bir tuşa bastığınızda bütün mekanizma orgun göğsündeki valflerin açılması için çalışır. İlla ki Google taramanızda görmüşsünüzdür orglarda bir kaç klavye olabiliyor. İki klavye yani bir boruya iki valf mi? Hayır… Peki neden içinde bir sürü boru var? Piyano gibi düşünsek 88 boru yetmez miydi yani?



Öncelikle sesin borulardan geliyor olmasının bir avantajı şudur ki, telli enstrümanların akordunda problem olacak telin fiziği gibi konular orgda yoktur. Bir sütun içinde saf olarak titreşen havanın sesi gelir kulaklarımıza. E tabi bu durum orgu diğer enstrümanlardan biraz daha fazla nazlı yapar. Detaylarını sonra anlatacağım.



Kilise orgunun temel amacı yaratanın insanoğluna mükemmel olarak bahşettiği müzik sanatını, yani ses olgusunu mükemmel olarak yaratıcıya geri icra etmek üzerinedir, yani bir şükran gibi. Kilise orgu mükemmel olmak zorundadır. Şimdilik biz sadece 56 tuşlu tek klavyeli bir org hayal edeceğiz. Google fotoğraflarında illa ki fark etmişsinizdir, orgların klavyelerinin yanında üstünde sağında solunda bir yerde çeşitli butonlar vardır. Videolarda da çalan kişi bunları iter çeker oynar. Bu butonlar orgun sahip olduğu ses karakterleridir. Bu butonlara da ecnebicede register ya da stop denir. İçerideki borunun geometrisine ve bir sürü faktöre daha göre şekillenen farklı tınılardır. Bizim hayali orgumuzda da birkaç tanesine yer vereceğiz. Mesela, Principal ya da Diapason isminin olduğu bir register. Principal kelime anlamı olarak da “esas” anlamına gelir. Yani orgumuza karakterini verecek olan ana sestir. Bir tane Flauto koyalım. Bu da orgumuza flüt rengi verecek olan geniş gövdeli borulardan olsun. Bir tane Gamba koyalım, bu da orgumuza yaylı enstrüman karakteri verecek dar gövdeli boru takımı olsun. Bir tane de obua registeri koyalım, bu da bizlere obua benzeri ses verecek kamışlı enstrüman rengi olsun. Sadece bu 4 register ile 24 kombinasyon yapabilirim ve farklı tınılar alabilir yaratana güzel müzik icra edebilirim. Ama hayır! Yaradanın müziği ve doğanın kanunları daha mükemmelini hak ediyor. O register isimlerine yaklaşırsanız bir de bazı sayılar yazdığını görürsünüz. Principal 8', Flauto 4', Quint 2 2/3 gibi. Bunu da şöyle açıklayalım: şimdi bu hayali orgumuza hayali registerlarımızdan 4’er tane yerleştirelim. Diyelim ki ilk boru setlerimiz 12m uzunluğundaydı, şimdi eklediklerimiz, 6m, 4m ve 3m olsun. Bunlar da öyle güzel ayarlansın ki, 12m’lik setten 3m’lik sete doğru sesleri hafifçe kısılarak ayarlansınlar. Şimdi asıl kıyasa gelelim, piyanoda do3’e basarsam ortalama kulağım sadece do3 duyacaktır. Hayali orgumuzda do3’e basarsam, do3 ile beraber do4 + sol4 + do5 de azalan volümler ile duyulacak ve hepsi do3’ü karakterlendirmek, güçlendirmek üzere çalışacaktır. Üstelik bu farklı boruların sesleri ayarlanırken de mükemmel bir ses işçiliği yapılır ve her boru tınısının ve hizmet edeceği armonik sesin çeşidine göre kendi içinde ayarlanır, havanın boruya çarptığı ilk andaki tını bile hesaba katılır. Piyanoda çok basit bir akor bağlanışı bile ne kadar güzel tınlayabiliyorken, her sesin doğanın onlara bahşettiği üzere armonikleriyle beraber, üstüne farklı enstrüman tınılarıyla kombine olmuş şekilde duyuluşu yaratanın tüm kanunlarına ve yaratılmış her enstrümana büyük bir saygının ve emeğin sonucu olarak sunulmuş olmaz mı?

Hayali orgumuz, 56 tuştan oluşan tek klavyeli, ve gerekli hesap yapılırsa 896 borusu olduğunu görürüz. Hayali orgumuz, org yapım kanunlarından tamamen bağımsız düşünüldü ve ona rağmen sesin doğasına ettiği hizmetin hayali bile bizi heyecanlandırdı. Şimdi bu fikir üzerine org yapım kanunlarının özet bir kısmını da ekleyelim.

Elimizde farklı tınılara ve armonik frekanslara sahip yüzlerce register tipi var. O halde bizim güzel orgumuz farklı karakterlere sahip birkaç klavyeye sahip olsun, ayaklarımla da çalabileceğim 30 notalık bir pedal klavyesi de olsun. Hatta bir klavyenin tüm borularını açılıp kapanan kapakları olan bir kutuya koyalım da nüans da yapabilelim. Bir klavye ana klavye, diğer klavye nüans klavyesi, pedal klavyesi de bas seslerin ağırlıkta olduğu eşlik klavyesi olsun. Her bir bölüme de karakterine uygun farklı registerler konulsun. Yaradana, böyle bir enstrümanla, en zarif melodiye en zarif akor eşliği ve arka planda yapıyı dolduran zarif bas sesleriyle konuşabilirsiniz. Org enstrümanı cenneti de cehennemi de gösterir, eğer kalbiniz seslerin dünyasına açıksa. Böyle bir dünyaya girdiğinizde de, teknik, metronom, hız, eklemi kırılan parmak, el açma egzersizleri, teknik sıkıcı melodiler, saatler harcanan etütler ve bir grup dünyevi dertler size anlamsız gelmeye başlar. Org enstrümanı ahşabı kesilen ilk sütunundan yapılan ilk borusuna kadar uhreviyata ve ölümsüz güzelliğe hizmet eder, dünyevi dertlerinizi aşarak ya da kilisenin kapısında bırakarak konuşabilirsiniz ancak bu dünyada.

Peki biraz önce bahsettik, org nazlıdır dedik, niye org nazlıdır ki? Boru işte, üflüyo kardeş yap akordunu çık bitti gitti. Genelde enstrümanistler hep enstrümanlarının nankör olduğunu söylerler, çalışmazsan küsermiş, sanki aslında o enstrümanistler hiç nankörlük yapıp müziği terk etmiyormuş gibi suçu enstrümana atarlar. Aklıma geldiği kadarıyla tüm enstrümanlar çoklu bir disiplinin sonucudur ve yaşarlar, hayattadırlar yani. Bir piyano: marangozluk, malzeme bilimi, fizik, ses fenomeni, mekanik ve daha birçok disiplinin mükemmel karışımıdır. Müziğin kendisi zaten başlı başına tüm hürmeti toplamaya yeter. Enstrümanınızı sıkı sıkıya çalışan biri iseniz, bir hafta dokunmazsanız hafif bir körelme hissedersiniz, ulan bu alet de ne nankör dersiniz. Ona nankör demeyin, çünkü o yaşadığı sürece size cevap vermeye çalışır. Siz onu terk etmemeye çalışın sadece. Org da bütün ihtişamıyla yüzlerce sene bekleyebilir. Ahşabı sağlam kaldığı, metali yer çekimine yenik düşmediği süre boyunca, ciğerlerine hava verirseniz, sizinle konuşmaya çalışacaktır, o konuşmasının doğrultusunda siz de sorunlarını anlar ameliyata alırsınız. Başka bir nazı ise ahşap ve metalin doğasında yatar yine, sıcaklığa olan hassasiyet. Bir ara birileri orgu yanlış akortlamışsın demişti, 440 Hz değilmiş, sanki org dün yapıldı :D Değerli okurlar, umarım hayatınız boyunca bilmediği konular hakkında sizleri suçlayan insanlarla karşılaşmazsınız. Bir gün içinde sıcaklık sürekli değişir, bir metal boruyu şu an 440 Hz ayarlarsam on dk içinde farklı bir frekansa bürünebilir. Org yaşayan enstrümanlar arasında en aktif yaşayanıdır. 100 yıl sonra ondan bir vida sökersiniz ve o vida artık ne ilk takılan vidadır, ne de ahşaptaki oyuk ilk oyuktur. Gece olur içine kapanır, gündüz ısınan gün ile beraber sesini yeniden kazanır, içindeki metal ve ahşap borular doğanın kanunlarına beraberce boyun eğerler. Eğer bir orgu hep aynı frekansta tutmak isteseydik ya sıcaklığı değişmeyen bir ortama koymamız gerekirdi, ya da durmadan akord etmemiz. Bir enstrüman teknisyeni, bilgisi doğrultusunda bir enstrümanın konuşmasını düzeltir ve gerisini doğaya bırakır, taaaa ki sesler tatminsiz gelmeye başlayana kadar.

Eeee? İyi besteciler niye org çalarmış yani?
Bu besteciler bestelerini kadim disiplinlerin öğretilerine göre yaparlar. Bu öğretilerde de, dönemine de bağlı olarak, çeşitli kısıtlamalar vardır. Günümüzde armoni dersi anlatan bir hocanın, “kural böyle, yapamazsın” diye kaçamak cevabına karşın, org çalan kişi -çalıştığı eser ve kitapların da yardımı ile- aynı anda titreşen seslerin doğasını tamamı ile anlar, armonide yapmaması gereken akor bağlanışlarının neden sakıncalı görüldüğünü anlamlandırır, kağıt üzerinde yaptığı bas armonizasyonunu pedal ve iki eliyle yaparken duyduğu tınının derinliğini hayranlıkla dinler. Org enstrümanı, org çalmaya başlayan kişi için zamanla hoca olur ve sorularını ona sorar, cevabı direk tını ile alır. En güzel melodiler en güzel tınılarla icra edilebilir.

Peki ülkemiz bu enstrüman hususunda ne noktada?

Türkiye ve Orgları

Bir kilisenin orgu, her zaman övgü kaynağı olmuştur. İtalya’da bir kilisede 1400’lerden kalma bir orgun sergilenmesi hatta belirli zamanlarla bakımının yapılıp çalınmasının değeri kelimelerle anlatılamaz. Orgun tarihi bu yazının konusu dışında olacaktır ancak yine de 7. ve 8. yy.’larda şu an İstanbul olan Bizans topraklarından Fransa’ya bir iki orgun gittiğini, ve Cafer isminde bir kardeşimizin de org yaptığını biliyoruz. Bu sanat Almanya, Fransa ve İtalya’ya geçtikten sonra mükemmel formlara bürünüyor, bir ekol kazanıyor. Günümüzde bir Fransız orgu ile Alman orgunu sadece dinleyerek ayırt edebilirsiniz. Sadece bakarak stiline ilişkin fikir edinebilir, bir İtalyan orgunu sadece klavye bölgesinden tanıyabilirsiniz. E bu ülkeler Hristiyan ülkeler ama, onlar kiliselerine yapar da koyar da tabi. Müslüman bir ülkede orgun ne işi var?

“Bizde ne güzel orglar var beee...” derseniz, bir profesör size gülebiliyor ya da bir devlet sanatçısı “bizde olduğunu sanmıyorum, olanlar da bozuktur zaten size bol şans...” diyip alay edebiliyor. Ne yazık değil mi?! Ya da orglar üzerine Allah razı olsun bir ilk adım atıp birisi bir kitap çıkarıyor, terminoloji ve gözlem hataları yer alıyor, bu işin ehli kişilere de hediye olarak gönderiliyor, kitapta da “biz bu işin takipçisi olacağız...” deniyor ama bana restore edilmiş ya da kurtarılması için çaba harcanmış bir org haberi gelmiyor o zamandan beri. Hatta üstüne kilise otoritesinden bile birileri sanki ülkemde bir sürü org yapımcısı varmış gibi bizim önümüzü kesmek isteyebiliyor. Bu konuyu burada noktalayıp sabırla bu zamanların geçmesini bekliyorum.

Atlanan bir detay şu, bizim topraklarımız her zaman bir köprü görevi görmüş olup, farklı misyoner cemiyetlerin de uğrak yeri tabi, bir çok farklı Hristiyan mezhebin ve kültürün bu topraklara gelmesine vesile olmuştur. Peki Hristiyan çeşitliliği neyi getirir?

Eğer İtalya’ya giderseniz, İtalyan bir sürü org yapım firması vardır ve İtalya’da bir kilise doğal olarak bu firmalardan birine gider ve bu ekolde bir org sahibi olur. Aynı şey Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde de aynıdır. Staj yaptığım Polonya’da hizmet ettiğim orglar arasında hiç İtalyan orgu görmedim, ya da Fransız…

Ama bizim topraklarımıza İtalyan topluluk geldi, kiliselerine İtalya’dan org sipariş ettiler. Fransız grup geldi, orglarını Fransa’dan sipariş verdiler, Alman topluluk geldi orglarını Almanya’dan sipariş verdiler. Bu cennet vatan, farklı org stillerine ve değişik müzikal kültürlerin sonuçlarının çeşitliliğine sahip olmasıyla da tam bir cennettir. O hocalar da zannediyor ki org büyük olunca güzel oluyor. Sanki kilise büyük olunca illa org da büyük olacak. İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da -keşfettiğim kadarıyla- toplamda 30’u geçen orgların her biri tek tek değerli, farklı ve stilistik önemlere sahip. Bir bölümü kullanılır durumda, bir bölümü tekrar kullanıma döndürülebilir, bir bölümü ise hizmetinin dışında, kışın soğukta üşümeme amacı ile kullanılmış ya da hurdacıların tezgahını doldurmuş :D

Org kataloğuma baktığımda, zamanında gelmiş ancak bulamadıklarımla, günümüze kalmış olanlarla tam bir zenginlik abidesi görüyorum. Her biri tanınmış yapımcılardan çıkmış, çoğu da 100 yılı aşkın süredir sapasağlam duran işçilik harikaları.

Peki şimdi “e kardeş bu kadar anlattın da bizim enstrümanlar nerede?” ya da “günümüzde kullanılıyor mu bu enstrümanlar?” sorularınızı duyar gibiyim. Bu sorularınızın detayı bir sonraki yazımda olacak ve keşfettiğim kadarıyla her bir orgu minik detaylarla anlatacağım.

Şimdi kısaca ülkemizde org kültürü adına neler yapılıyor bir bakalım.

İki senedir, sanat direktörlüğünü Mehmet Mestçi beyefendilerin üstlendiği Artisan Organizasyon İstanbul St. Esprit Katedrali’nin mükemmel orgunda uluslararası org festivali düzenliyor ve dünyaca tanınan sanatçılar bu nadide orgda zarif eserler icra etmek için geliyorlar. Şu zor günler bir an önce bitsin de üçüncü festivalin de haberleri yavaş yavaş gelsin diye umuyoruz.

Bir de geçen denk geldim, İstanbul Pipe Organ Team diye bir ekip var, güzel ve kolektif bir oluşuma benziyor, çocuklar fena şeyler de yapmamış, kapıları da tüm müzisyenlere ve org meraklılarına açık. Bir sene içinde 3 org restore edip 3 konser yapmışlar, bravo onlara hiç fena değil valla, fazlasını bekliyoruz bakalım, şöyle bir iki workshop ya da masterclass fena olmazdı, tabi başlarındaki çocuk masterclass verecek kadar konuya hakimse :D

Ülkemizin bu alandaki zenginliklerini gören ve kıymet bilen insanların sayısı her geçen gün çoğalıyor. Bu kültür ve miras hepimizin ve umarım hepimizin emek ve destekleriyle bu enstrümanları ve kültürü yaşatacağız.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye ve Orgları -1-

Piyanoya yeteneğim var mı? Enstrüman çalabilir miyim?